28 Haziran 2018 Perşembe

Hayatımızın Sınavları ve Kaygılar

Sınav sözcüğü Türk Dil Kurumu’nda belirtildiği şekilde; direnme, güç gerektirme ve sonuç olarak bir deneyim kazanmadır. Ya da, öğrencilerin veya bir işe girmek isteyenlerin bilgi derecelerini anlayabilmek için yapılan imtihan, test ve yoklamalara denilmektedir. Sınavlar doğumdan başlayarak ölünceye kadar sürmektedir. Aslında hayatımızın çoğu bölümü sınavdır. Geçirdiğimiz hastalıklar, başımızdaki zorluklar, girmiş olduğumuz sınavlar, işimiz, işimizdeki yaşadıklarımız biz insanlar için hep birer sınav olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Sınavlar zekâ göstergeleri olmamakla birlikte, zekânın bileşenlerini de girmiş olunan sınavlarla ölçmemeliyiz. Sınavlara, her şeyin başlangıcı ya da sonu olarak bakmamak gerekmektedir. Sınavların öz tanımı; bizim ona yüklediğimiz anlamlar olarak nitelendirebiliriz.

Kaygı Ne Anlama Gelir?

Kötü bir sonuç doğmasından endişe etmek, üzüntü duymak ve tasalanmaktır. Kişilerin içsel yaranlarıyla karşı karşıya kaldığı zaman yaşadığı duygusal, zihinsel ve bedensel değişimlere ‘’kaygı’’ adını veriyoruz. Örneğin; fareden korkan birinin fare olan bir eve girdiği zaman yaşadığı duyguya korku diyoruz. Ancak, kişinin başka bir zaman o eve girdiği zaman fareyi hiçbir şekilde algılamadığı halde fare çıkacak ihtimalini zihninde barındırması kaygıyı tetiklemektedir.
Kaygının belirtileri beşe ayrılmaktadır: Zihinsel, fiziksel, davranışsal, duygusal ve sosyal olarak kaygı belirtilerini nitelendirebiliriz.

Zihinsel Belirtiler

Dikkati toplamakta güçlük çekme, unutkanlık, düşünceler toplamada zorluk çekme, odaklanamama, okuduğunu anlamakta zorlanma, korku içeren düşünceler ve inançlardır.

Fiziksel Belirtiler

Kalp atışlarında hızlanma, nefes alış verişlerinde zorlanma, mide bulantıları, sık olarak idrara çıkmak, ishal, titremek, karıncalanmak, uyuşmak, terleme, üşüme, uykusuzluk ve halsizlik gibi etkilerdir.

Davranışsal Belirtiler

Kaçmak (matematik dersini anlamıyorum çalışmayacağım düşüncesi), kaçınma (yarın çalışırım daha çok zaman var) gibi belirtileri görebilirsiniz.

Duygusal Belirtiler

Sinirlilik hali, huzursuzluk, korku, gerginlik, panik, endişe, güvensizlik, heyecan gibi belirtilerdir.

Sosyal Belirtiler

Arkadaşlardan ve aileden uzaklaşmak, yalnız kalma isteği, aşırı sosyalleşme ya da sosyal geri çekilme gibi belirtilerdir. Liebert ve Morris sınav kaygısına iki boyut kazandırmışlardır.

Duyuşsallık Boyutu

Sınav sırasında kaygı ile ilişkili olan fizyolojik tepkilere denilmektedir. Kalp hızında artış, üşüme, terleme, sararma, kızarma, mide bulantısı, gerginlik ve sinirli haller olarak görülmektedir.

Kuruntu Boyutu

Biliş ile ilgili boyut olup, başarısızlık sonucunda olacakları düşünmek, başarmak için gerekli yetenekler hakkında kararsız olmak gibi içsel konuşmalara denilmektedir.
Hayatımızın her alanında kaygı duyabilmekteyiz. Hayatımızın bir parçasıdır kaygılı olmak. İnsanların çoğu, hayatındaki önemli olaylar öncesinde, esnasında ve sonrasında kaygı duyabilmektedir. Hamileysek nasıl doğum gerçekleşecek? Sağlıklı bir doğum olacak mı? Diye kaygılar duymaya başlarız. Sınav ya da iş arama süresinde de başarılı olabilecek miyim diye ya olamazsam korkusu içimizi kemirmeye başlamaktadır. Kaygının miktarı çok önemli olduğunu uzmanlar belirtmektedirler. Belli bir miktarı motive edici ve performansı arttırıcı olurken gereğinden fazlası da olumsuz etkilemektedir. Ancak son zamanların en popüler kaygı türüyse sınav kaygısı olduğunu söyleyebiliriz. Bireylerin sınava yüklemiş olduğu anlamlar, sınavın imajı, sınav sonrası oluşabilecek durumlara ilişkin atıflar ve sınav sonrasında elde edilebilecek kazanımlara ya da kayıplara verilmiş olan önem sınav kaygısını etkilemektedir.

Sınav Kaygısı Ne Demektir?

Kişinin; sınav öncesinde, esnasında ve sınav sonrasında olası yaşanabilen endişeler, korkulara ‘’sınav kaygısı’’ adını vermekteyiz. Sınav öncesinde öğrenilmiş bilgilerin sınav esnasında kullanılmasına engel olup başarıyı engellemesidir.

Sınav Kaygıları Neden Oluşur?

Gerçekçi olmayan düşünceler, bunalıma eğimli kişilik yapıları, rekabetçi ve mükemmeliyetçi olan kişilerde daha çok meydana geldiği görülmektedir. Ayrıca, sosyal çevre baskısı ve beklentileri de kaygıya neden olmaktadır.

Sınav Kaygısının Oluşmasında Etkili Olan Düşünceler

‘’Sınava hazır değilim’’, ‘’sınavın sonu kötü olacak, sınav kötü geçecek’’, ‘’başarısız olursam ne yaparım? ‘’Çok fazla  çalışılacak konu var hangilerine çalışayım, zaman yok, eyvah yetiştiremezsem ne yaparım? Gibi sık olarak kurulan cümleleri belirtebiliriz.

Düşünmemiz Gerekenler: Yapmam Gerekenler Nelerdir?

‘’Yapabileceğimin en iyisini ve doğrusunu elimden geldiği kadar yapacağım. Dünyanın sonu değil nasıl olsa telafisini yapma şansım var. Yeterli zamanım yok ama zamanı en etkili şekilde kullanmak benim elimde. Başarılı olursam hayatımdaki en önemli dönüm noktasına geçmiş olacağım. Başarısız olursam da tembel, beceriksiz olduğum anlamına gelmemektedir. Daha fazla çalışmam gerektiğini göstermektedir.’’
Yukarıda belirtildiği gibi, sınavlar ve kaygılar biz insanların bir parçası haline gelmiştir. ‘’ Ya istediğim işe giremezsem. ‘’Ya istediğim kişiyle evlenemez sem’’ düşünceleri hep kaygıdır. Kaygı ve sınavlar hayatımızın her anında her alanında adeta biz insanlarla bütünleştiğini görmekteyiz. 

27 Haziran 2018 Çarşamba

İyi ve Kötü’nün Yüzü

Leonardo da Vinci “Son Aksam Yemeği” isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı…
İyi’yi İsa’nın bedeninde, Kötü’yü de İsa’nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda’nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı…

Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceğ i birilerini aramaya başladı.
Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti.
Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.

Aradan 3 yıl geçti. “Son Akşam Yemeği” neredeyse  tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı….

Leonardo’nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı.
Günlerce aradıktan sonra Leonardo, vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı.
Leonardo, yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi. Çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı. Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler.

Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı. Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu…
Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş, gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.

Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi: “Ben bu resmi daha önce gördüm…”

“Ne zaman?” diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı..

“Üç yıl önce” dedi adam.. “Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce…”

“O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum. Pek çok hayalim vardı. Bir ressam beni İsa’nın yüzü için
modellik yapmak üzere davet etmişti…”

İyi ve Kötü’nün yüzü aynıdır…  Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır.

Paulo Coelho  “Şeytan ve Genç Kadın”

 

Farkındalık Öyküleri

Unutkan bir profesör bir gün aniden ailesini ihmal ettiğine karar verdi, o yüzden o akşam eve gitti, karısını ve çocuklarını öptü, traş oldu, duş aldı, yemekten önce üstünü değişti ve yemek esnasında eğlenceli birkaç hikaye bile anlattı. Yemekten sonra keyifle masayı topladı, ve bulaşıkları tek başına yıkayıp durulamakta ısrar etti.

Her şeyi yerli yerine koyduktan sonra salona gittiğinde karısını gözyaşları içinde buldu. “Bugün her şey ters gitti,” diye ağlıyordu. “Elektrik süpürgesi bozuldu, oğlan top oynarken cam kırdı, kız düşüp en güzel elbisesini paraladı, şimdi de sen eve öyle sarhoş geldin ki ne yaptığını  bilmiyorsun.”

Kimse ne yaptığını bilmiyor. İçmeye gerek yok. Sadece unutkansın. Bilinçsizsin – adeta kendi  bilinçsizliğini kendin yaratıyor gibisin. Sanki kanına devamlı alkollü bir şeyler karışıyor gibi. Kendi içinde bazı uyuşturucular üretiyorsun. Ve aynen böyle oluyor.  Farkında olmaya çalışmazsan, sarhoşluğundan kurtulmazsan, tam olarak neler olup bittiğini göremeyeceksin.
Normalde her şeyi robot gibi yapıyorsun. Araba kullanıyorsun; farkında olman gerekmiyor. Arabayı bir mekanizma gibi kullanıyorsun. Nasılsa olayı kapmışsın. Şarkı söylüyor, sigara içiyor, bin bir çeşit şey düşünüyorsun, bir yandan da bedenin arabayı kullanıyor. Yemek yiyorsun: aynen robot gibi. Yürüyorsun: aynen robot gibi. Beden işi kapmış; performansını sürdürüyor. Dikkat etmen gerekmiyor.

Ancak bir kaza olduğunda dikkat etmen gerekiyor. Bir şeyler ters gittiğinde o zaman pür  dikkat kesiliyorsun. Yoksa istediğin gibi düşünmeye devam ederken istediğin yere gitmekte serbestsin. Yaptığın işe kendini vermen gerekmiyor; orada bulunmana gerek yok.

Örneğin, motordan ses geliyorsa o zaman hemen farkında olursun. Ama eğer araba güzelce gidiyorsa sen de sürmeye devam edersin. Her şey yolunda gidiyorsa yazmaya devam edersin. Beyin bir bilgisayara benzer: bir kez kuruldu mu kendi başına işlem yapar.

Hayatta daha verimli oldukça iyice bilinçsizleşirsin.

Çocuklar daha bilinçlidir. Öyle olmaları gerek, çünkü hiçbir şey bilmiyorlar. Yazı yazmaya ilk başladığın zamanları hatırlıyor musun? Her kelimeyle uğraşıyordun, ve çok dikkatli yazman gerekiyordu. Yazı yazan bir çocuğa bak. Tüm bedeni ve beyni ile kendini işine verir. Bir çift göze dönüşür. Üstelik hiç önemli olmayabilir; yazdığı belki tek bir kelimedir.

Osho

23 Haziran 2018 Cumartesi

ÜNİVERSİTE SINAVI ÖNCESİ YAPILMASI GEREKEN ŞEYLER

ŞARTLARI İYİ ANALİZ EDİN
İçinde bulunduğunuz şartları ve koşulları iyi analiz edin; çalışma sürecinizi, geçmiş yılların soru dağılımlarını, soru çıkma ihtimali yüksek konuları belirleyin. Kendinize sade ve uygulanabilir bir program oluşturun.
 ÖZET VE TEKRAR YAPMAYI ES GEÇMEYİN
Sınav günü yaklaştığında illaki eksik veya yeterli olmadığınızı düşündüğünüz bazı konular olacaktır. Bu yüzden özet ve tekrar yapmak, eksiklerinizi gidermeniz açısından son derece önemli. Şimdiye kadar işlediğiniz ve soru çözdüğünüz konuların üstünden geçin..
HER GÜN BİR DENEME TESTİ ÇÖZÜN
Belirli bir tarzdaki soru modelinde yaptığınız bir hatayı tespit etmek, sınavda o hatayı yapmamanız anlamına gelebilir. O yüzden her gün bir deneme çözün ve prova olması açısından denemeleri gerçek sınav saatlerinde uygulayın.
ÇIKMIŞ SORULAR FARK YARATIR
Sınavın yaklaştığı şu günlerde ÖSYM'nin sitesinde yayınladığı geçmiş yılların soru ve çözümlerini unutmayın. Bu pratik soru tarzlarını ve sınav aşinalığınızı artıracaktır. ÖSYM'nin sitesinde yayınladığı geçmiş yılların sorularına ve bu yıl ilk kez uygulanacak YKS örnek sorularına göz atmayı unutmayın.
 HAYATINIZIN RUTİN AKIŞINI BOZMAYIN
Başta beslenme ve uyku düzeniniz olmak üzere hayatınız rutin akışında değişiklikler yapmamaya özen gösterin. Azalan sürenin yarattığı baskı ve gereksiz panik havasını yaşamamak için planlı ve dengeli olmak koşuluyla sosyal etkinliklere, aile ve arkadaşlarınıza zamanlar ayırın.
 DERS ÇALIŞMAYI NE ZAMAN BIRAKMALIYIZ?
Yıllar içinden gelen öğrenci deneyimleri sınava bir veya iki gün kala çalışmaların bırakılmasının doğru ve yerinde olduğunu, böylesi bir tutumun sınavın yaşamımızdaki gerçek yerini alarak bizleri daha zinde tutacağını gösteriyor.
BİRKAÇ GÜN KALA TÜM HAZIRLIKLARI TAMAMLAYIN
Sınav yerinizi görmek, ulaşımla ilgili planlarınızı oluşturmak, sizden istenilen belgeleri eksiksiz tamamlamak ve sınav günü için rahat kıyafetler hazırlamak gibi teknik hazırlıklarınızı birkaç gün önceden bitirin. 

21 Haziran 2018 Perşembe

Sezgimize Güvenebilir miyiz?

Daniel Kahneman, bilişsel yeteneklerimizin sınırlarının bizim kararlarımızı hangi yollarla şekillendiğini araştıran dünyanın önde gelen araştırmacılarından. 1960’ların sonlarından bu yana, çoğunu Amos Tversky (1937–1996) ile yakın işbirliği içinde yürüttüğü çalışması sezgisel yargılarımız üzerine odaklıdır. Kahneman ve Tversky’nin bu tür yargıları incelemek için tercih ettikleri yöntemlerinden biri de, bazı durumlar hakkında nispeten basit sorular sormak. Ünlü “Linda Vakası” ile ilgili deneklerin ana karakter hakkında yaptıkları tanımlama buna bir örnek teşkil ediyor:
Linda 31 yaşında, bekar, açıksözlü ve çok parlak bir kişi. Felsefe alanında uzmanlaşmış. Bir öğrenciyken, ayrımcılık ve sosyal adalet meseleleriyle derinden ilgiliydi ve ayrıca antinükleer gösterilere katıldı.”
Deneklere, Linda’nın mevcut iş ve faaliyetlerini açıklayan sekiz olası sonuçların bir listesi verildi. Bir dizi çeşitli olasılıkların (örneğin, ilkokul öğretmeni, psikiyatri, sosyal görevli) yanı sıra, bu listede “Linda bir banka memuru” ve “Linda banka memuru ve feminist hareketelerde aktif rol oynuyor” gibi tanımlar da yer aldı. Deneklere bu açıklamaların hangisinin daha doğru olabileceğini sırayla yazmaları istendi. Büyük bir çoğunluk, Linda’nın feminist hareketlerinde aktif olan bir banka memuru olma ihtimalinin, bir banka memuru olma olasılığından daha düşük olduğunu belirtti. Bu şekilde söylemek aslında bariz bir hatadır. Çünkü, Linda’nın X niteliğine bakarak, X ve Y nitelikleri ortaya koyamayabilir.
Kahneman’ın çoğunluğun hatalı olduğuna karar vermesinin, katılımcıların kararlarına varmak için açık bir şekilde bir bulgusal (bir zihinsel kısa yol) kullanmalarından  dolayı olduğunu söylüyor. Bu özel buluşsallık, sorunun hedefi, (tarifin gerçekliğinin göreceli olasılığı), akla daha kolay gelen bir öznitelikle değiştirmeyi (tarifin Linda hakkındaki giriş ifadesine nispi benzerliği) içeriyordu. Diğer bir deyişle, katılımcılar; hızlı bir şekilde doğru karar verdiklerini düşünerek, Linda’nın özelliklerine uygun, onun özellikleri ile paralel mevcut olası faaliyetlerini tanımlamlarlar.
Linda vakası”, sezgisel yargıların birkaç yönünü gösterir: genellikle çabuk ve otomatiktir, çabasız ve otomatiktir, çok çaba sarf etmeden, veya çatışan deliller karşısında bile kontrol etmek veya değişiklik yapmak zordur. Üstelik, bu tür yargılara yol açan buluşsal yöntemler genel olarak yararlı olsa da, (zihnimizin kısıtlı bilgi işlem süresi ve kabiliyeti üzerinde tasarruf sağlar) bizi yanlış yönlendirebilir, hedefi şaşırtabilir.
Kahneman ve Tversky, aynı zamanda, sezgisel yargılarımızın rasyonel ilkelere uymadığı başka bir yola da dikkat çekerler: Alternatiflerin tanımlanmasındaki alakasız varyasyonlar, yargıda bir değişikliğe yol açabilir, çünkü her bir açıklama, alternatiflerin farklı bir sezgisel zihinsel temsilini ortaya çıkarır.
Bir örnek “Asya Hastalığı Vakası”dır: Amerika Birleşik Devletleri’nde 600 kişinin öleceğinin tahmin edildiği sıra dışı bir Asya hastalığının ortaya çıkmasının beklendiğini hayal edin. Hastalıkla mücadele için iki alternatif program önerilsin. Program A’ nın uygulanması durumunda, 200 kişinin kurtulabileceğini varsayalım.
Eğer Program B uygulanırsa, üçte bir olasıkla 600 kişinin kurtarılacağı ve üçte iki olasılıkla da kimsenin kurtulamayacağını varsayalım.
İki programdan hangisini tercih edersiniz?
Cevap verenlerin önemli bir çoğunluğu Program A’yı destekler.
Ayrıca katılımcılara seçenekler aşağıdaki gibi biraz daha farklı şekilde de sunulur:
Program A kabul edilirse, 400 kişi ölecektir.
Program B kabul edilirse, üçte bir olasılıkla hiç kimse ölmeyecek ve üçte iki olasılıkla da 600 kişi ölecektir.
Bu seçenekler göz önünde bulundurulduğunda, net bir çoğunluk Program B’yi destekler. İki şekilde de sunulan durum aynı olasıkları söylese de denekler, 200 kişinin kesinlikle kurtarılacağını net olarak söylendiği seçeneği daha yüksek oranda destekler. Bunun nedeni, kaybedilecek yaşamlardan çok net olarak kurtulacak yaşam sayısının ortaya konmasıdır.
Kahneman ve Tversky, insanın tercihlerinde ortaya çıkan farkı “çerçeveleme etkisi” olarak tanımladılar: Aslında akılcılık-rasyonalite, aynı tepki kalıplarının ortaya konmasını gerektirse de, bir probleme yönelik farklı şekilde ama aynı çözümler sunulduğunda farklı tepkiler ortaya çıkabilmektedir.
Kahneman ve Tversky’nin çeşitli sezgisel ve “çerçeveleme etkileri” üzerindeki çalışmaları ve insanların riskli durumlarda nasıl seçtikleri konusundaki yenilikçi teorisi, psikoloji ve ekonomi alanında büyük bir araştırma programı ortaya çıkardı ve 2002’de Kahire’de iktisat alanında Nobel Ödülü kazandı. 1980’ler, Kahneman ve diğerleri de, sezginin kullanımı ve ahlaki yargılarda “çerçeveleme etki”lerinin varlığını araştırmışlardır.
Bu çalışma ahlâki teori ile ilişkilidir. Çünkü, ahlâki sorgu ve araştırmanın yaygın bir prosedürü, belirli vakalar ve bunları yönetmeyi düşündüğümüz prensiplerimiz arasında, bu unsurların herhangi birinin revize edilmesiyle ilgili olarak, ileriye dönük çalışmalara dayanan, yansıtıcı denge yöntemini kullanmaktır. Vakalara karşı sezgisel verilen kararlar ve ahlâki ilkelerimiz birbiriyle tutarlıdır ve bu kararların ve prensiplerin bir kısmının diğerlerinin en iyi şekilde açıklanmasını sağlaması veya sunulması durumunda, yansıtıcı bir dengeye ulaşırız.
Bu yöntemi kullananlar için, bu vakaları yargılamanın ne zaman hata içerdiğini ve eğer öyleyse, ne olursa olsun, bunları düzeltmek için ne yapabileceğimizi anlamak önemlidir.
Covent Garden’dan geçerek London School of Economics’teki ofisime yaptığımız yürüyüş sırasında Kahneman, Wellcome Neuroscience’ın Bölümü’nden Dr. Benedetto De Martino ile aynı günün erken saatlerinde yaptığı toplantıyı coşkuyla hatırlayıp, anlatıyor. De Martino, seçimler yaparken insanların aktif beyin alanlarını incelemiştir. Bahsedilen kazanç / kayıp çerçeveleme etkilerine kuvvetli derecede duyarlı olan kişilerin, duygusal işleme (amigdala) ile ilişkili olan beyninin bir kısmında daha yüksek aktiviteye sahip olduğunu bulmuşlardır, buna karşın, bu etkilere daha az duyarlı olan kişilerin, daha analitik işlemle ile ilişkili beyin (prefrontal kortekste alanlar) alanlarında daha fazla aktivite gözlemlemişlerdir. Bu nedenle bu çalışma, Kahneman ve Tversky’nin ortaya çıkardığı sezgisel süreçlerin, beynin ayırt edici bir bölümünde faaliyet gösterdiği ve daha müzakereci akıl yürütme ile geçersiz kılınmadığı sürece yargının oluşacağı görüşüne destek vermiştir.
BRAIN WORLD: “Sezgi” muğlak, belirsiz bir terim. Bunu nasıl tarif edersiniz?
DANIEL KAHNEMAN: Bu terimi kullanırken her zaman tutarlı değilim. İlk kez bir yazımda kullanmıştım. Sanırım, “Küçük Sayılar Kanunu” nda Amos Tversky ile yazdığım bir makalede. Bu makalede, “Büyük Sayılar Yasası’nın, insan sezgisinin repertuvarının-dağarcının bir parçası olmadığını” yazmıştık. “Sezgi ”ile kastettiğimiz şey, belirli bir vaka hakkında bir bireyin yargılarını ortaya çıkaran kural hakkında tarafsız bir gözlemci tarafından yapılan tanımlayıcı bir genelleme idi. Ve bu, birey bu kuralı reddederse bile, dış gözlemci tarafından doğru bir tanım olabilir.
Sezgisel düşünceler olarak adlandırılan düşünceleri üretmenin bir yolunu tanımlamak için sezgisel  sistem şeklinde de bu terimi kullandım. (“İntuition” kelimesini içgüdü anlamında da kullandığını söylüyor) Bu sistemin işlemleri tipik olarak otomatik, hızlı, zahmetsiz, ilişkisel ve genellikle duygusal yüklüdür. Genellikle, iç gözlemlere açık değildir ve kontrol etmek veya değiştirmek zor değildirBu içgüdüsel sistem, algılar şekilde kendiliğinden akla gelen istemsiz izlenimler üretir. İçgüdüsel yargılar, içgüdüsel sistemden çok farklı işlev gören akla dayalı sisteme nazaran doğrudan ortaya konulur.
BW: Sezgisel sistemin bir ürünü olarak anlaşılan sezgisel yargılar diye adlandırdığınızla felsefecilerin ahlaki teorilerini inşa etmek ve test etmek için kullandıkları vakalara yönelik yargı türü arasında bir fark var gibi görünüyor, ki bunları bazen “sezgiler” olarak da ifade ediyorlar. Felsefeciler, genellikle bunları vaka yargılamaları olarak kabul etmekte; yani, olayı düşündükten sonra varılan yargı ve o yargıyı ortaya koyma sebeplerimiz. Oysa sezgisel yargılama kategorileriniz  bu kadar kapsamlı bir yansımayı, düşünmeyi içermiyor gibi görünmemekte. Ele alınan dava yargılarına varmada bu yöntem hakkında ne düşünüyorsunuz?
DK: Bir psikoloğun yöntemi ile bir felseficininki arasında çok ilginç bir karşıtlık vardır. Felsefecinin neden o sonuca ulaştığına dair bir fikri vardır. Psikolojik analizde temel bir varsayım; belirli bir durumda ilk önce bir sezgiye sahip olmanızdır. Neden ona sahip olduğunuzu kendinize sorduğunuzda, kendinize bir hikaye anlatırsınız. Ancak ortaya koyduğunuz hikaye sezgilerinizin sebebini tam olarak tanımlamaz. Çünkü, sezgilerinize neden olan şeylere erişiminiz yoktur.
Bilirsiniz… birçok psikolog, bilincin, kendimizi kendimize anlattığımız bir hikaye olduğuna inanır. Ve birçok durumda, hikaye gerçekle uyuşmaz. Yani, hikayede doğru olmadığını bildiğiniz durum ve olayları oluşturmak çok kolaydır. Size bir örnek vereyim.. “Ellerimi çırptıktan sonra sen ayağa kalkıp pencereyi açacaksın” şeklinde bir posthipnotik (hipnoz somrası) telkinli deneyler vardır. Kişi uyanır, ellerinizi çırparsınız ve o kalkıp pencereyi açar. Ona sorarsanız, “Pencereyi neden açtın?”, o da “Oda çok sıcak olmuştu” der.
BW: Ama bu hipnoz vakaları basit anlamda patolojik (hastalık işareti olan) değil mi?
DK: Hayır, onlar en iyi örneklerdir! Bu örneklerin güzelliği, sizin deneklerin neden bunu yaptığını bilmenizdir. Bunu yapıyorlar, çünkü, talimat verildi, ve sonra birileri elini çırptı. Ama onlar neden bunu yaptıklarına dair tamamen farklı bir deneyime sahiplerdir. Dahası, insanlar yaptıkları nedenden dolayı hiçbir zaman bir zarara uğramazlar. Posthipnotik(hipnoz sonrası) telkini ile kesinlikle saçma şeyler yapabilirler ve bu şeyleri  yapmak da onlara mantıklı gelir. Buradan çıkardığım sonuç; sezgisel yargılarımızı anlamlandırmanın zihinsel işleyişinin, bu sezgilere sahip olmaktan çok farklı bir bilişsel faaliyet olduğu.
BW: Yine de, hipnotik olgusu, yalnızca, neden yaptığımız, davrandığımız veya yargıladığımız hakkında introspektif yargılarımıza her zaman güvenemeyeceğimizi göstermektedir; bu yargılara veya kullanılan yönteme asla güvenemeyeceğimizi göstermez. Diğerleri, yargılamalarımızı ayrıştırılmış durumlarda neyin yönlendirdiğini anlatan basit bir yargılamadan daha fazlasını içerir. Bu yöntemi kullanan felsefeciler, belirli bir durumda verdikleri tepkinin diğer yargılarını belirleyip belirlemediğini düşünmeye devam etmekteler.
DK: Fakat, bu, başka bir metodolojik problemi gündeme getiriyor. Konuları, olayları değerlendirmede “Konu içinde” ve “Konu arasında” olarak adlandırdığım metodlar arasında bir fark var. “Konu içi” yöntem, belirli bir konunun birden fazla zıt durum göz önüne alındığındaki sezgilerin fark edilmesini içerir .“Konu arasında” metodu, bir deneğin, başka durumlar ile açık bir karşılaştırma yapmadan, tek bir vakada sahip olduğu sezgiye dikkat çekmeyi içerir. İki yöntem, durumlar göz önüne alındığında çok farklı sezgilere neden olabilir.
Şimdi, amacı farklı vakalarda uygulanabilir kurallar bulmak olduğundan, ahlâki(etik) felsefe, tabiatı gereği, “konuiçi” yöntemle sınırlıdır. Yani, ahlâki bir felsefeci her zaman iki veya daha fazla vakanın-durumun bilincindedir ve iki durumdaki farklılıklar hakkında ve bu farklılıklara nasıl karşılık vermesi gerektiği ile ilgili sezgileri vardır ve bence bu, ahlâki felsefedeki ana bir kısıtlamadır. Çünkü, günlük yaşamlarında, insanlar bir kerede bir problemle karşı karşıya kalırlar, dolayısıyla ilgili sezgiler, bir kerede meydana gelen vakalarla alakalıdır. Ve ahlaki (etik) bir felsefecinin duruşu, hayatlarını bu şekilde yaşayan bireylerle ilgili olan ahlâki sezgilerin tanımlanmasını engellemektedir. Bu sebeple, bir grup insanın bir durum ve başka bir grup insanı başka bir durum hakkında sormayı gerektiren “konu-arası” yaklaşım daha üstün, daha niteliklidir.
BW: Bu çok ilginç…  insanların kazanımları veya kayıpları içeren bir çerçevede nasıl farklı tepki verme eğiliminde olduklarını görüyorum sanırım… ve bu da sadece daha açık bir şekilde “konu arası” deneylerle açığa çıkabilir diye düşünüyorum.İki yöntemin farklı yargılara yol açtığı başka durumlara örnek verebilir misiniz?
DK: Size iki örnek vereyim. Öncelikle, daha önce bahsettiğim, “dokunaklılığın” kurban için maddi bedel-tanzimat üzerindeki etkisini ortaya koyduğum market vakaları için sezgisel kararlar, sadece “konu-arası” yöntemle ortaya çıkabilir. Çünkü, iki vakanın, mağdurun düzenli gittiği bir markette mi yoksa farklı marketlerde olmasının verilen tazminat açısından herhangi bir fark yaratmaz.
İkincisi, Cass Sunstein, David Schkade ve Ilana Ritov ile yürüttüğüm araştırmada, iş dolandırıcılığı vakaları, bedeni ilgilendiren günahlarla karşılaştırdıklarında, insanların uygun gördükleri cezalarda önemli ölçüde farklılıklar olduğunu tespit ettik. Hipotezimiz; bir eylemde öfkenin, uygun görülen cezaların büyüklüğünde önemli bir katkısı olduğudur. Tecrit altındaki bir iş dolandırıcılığı vakasını düşünürken, bu durumu diğer durumlardaki iş dolandırıcılıkları dolaylı olarak karşılaştırılmıştır, bu yüzden de işten çıkarılma düzeyleri, davranışların, diğer iş dolandırıcılığı vakalarına kıyasla ne kadar egemen olduğuyla belirlenmiştir. Bu nedenle, özellikle de iş dolandırıcılığıyla ilgili korkunç bir yanlışlıklık, çok ağır bir şekilde cezalandırılır.
Ancak, iş dolandırıcılığının, bedensel yaralanmalar gibi, farklı bir kategorideki vakalarla, karşılaştırılmasında, görevi suistimale ait kategori de göreceli olarak önemlidir. Bedensel yaralama genellikle sahtekârlıktan daha kötü olduğu için, bu aynı sahtekarlık olayında olduğu gibi bedensel yaralanmadan dolayı kişinin daha ağır cezalara layık görünmesini sağlayabilir.
BW: Ancak bu vakalar, felsefecilerin kullandığı “konu içi yaklaşım”ını baltalamaktan ziyade haklı göstermektedir. Bu gibi durumlarda, tek bir kişinin birden fazla olayı yan yana ele alma konusundaki “konu içi yaklaşım”, her bir vakayı ayrı ayrı ele aldığında meydana gelebilecek hataları önlüyor gözükmekte.
DK: Bir ölçüde, kabul ediyorum ve Sunstein, Schkade ve Ritov’la birlikte bu makalede, “konu içi” karşılaştırmanın bir avantajı olduğunu tartışmaya çalışacağız, çünkü, bu, size ayrı bir şekilde tek bir durumu yargılamaktan ziyade, her zaman işe yaramasa da, dünyanın tutarlı bir görüşe yaklaşmasına daha çok şans tanıyor. Ancak politikaları ve insanlara ahlaki kuralları uygulamayı düşündüğümüzde, bu kişilerin olayları-durumları “katılımcılar” olarak yaşayacağını hatırlamak da önemli.
İki durum arasındaki farklılıkları göz önüne aldığımızda, bize mecburi olarak ahlaki gelen şey, onlara ahlaki gelmeyebilir. Dolayısıyla, onlara empoze etmek istediğimiz kurallar, kendilerine alâkalı görünmeyebilir.
Sanırım, burada tutarlılık talepleri ile yargılarını ihlâl eden ilkeleri insanlara empoze etme ihtiyacı arasında gerçek bir ikilem var. Bu yazıda ulaştığımız bir çözüm, her iki talebi de kısmen karşılamaktır. Bu yüzden bizim tavsiyemiz; izolasyonu-tecriti göz önüne alarak, yanlış davranıştaki öfkeyi ölçmek ve cezaların ciddiyetini belirlemede bir girdi olarak öfkeyi kullanmaktı. Bazı jüri yargılamalarında olduğu gibi cezaları belirlemede tek başına öfkenin sadece belirleyici bir unsur olmasını tavsiye etmiyoruz.
Bizim düşüncemiz, sadece öfkeyi yansıtan bir kamupolitikasının garip, anlamsız olduğu ancak, öfkeye karşı duyarsız olan bir politikanın da insanlar için kabul edilemeyeceği idi. Dolayısıyla, kamu politikası, öfkeye karşı duyarlı olmalı, ancak onun tarafından yönetilmemelidir. Yapabileceğimizin en iyisi bu. Bu benzersiz bir çözüm değil, belirli bir vaka hakkında ahlaki sezgiye güvenilemez veya tamamen göz ardı edilemez.
BW: Önerilen bu çözüm, insanların duygularını ve kararlarını vermediğinde basitçe vermiş gibi gösteriyor. Söylediğiniz gibi, öfke gibi ahlaki duygular yargıya-duyarlıdır; ne kadar çileden çıkacağımız o şeyin ne kadar yanlış olduğunu düşündüğümüze bağlı. Öyleyse, insanın öfke duygusu, suçun ölçüsünün ne kadar ahlaksız olduğuna dayanıyorsa, o zaman bu karar yerine getirilmektense düzeltilmesi gerekmektedir.
DK: Bunun mükemmel bir nokta olduğunu düşünüyorum ve sezgilerin bir dereceye kadar kolayca geliştirilebileceğini ve bazı durumlarda eğitim yoluyla değişebileceğini düşünüyorum. İşte güzel bir örnek. Kanada’da bir kez bir araştırma yapmıştık… trafik kazası sigorta oranlarının nerede yaşadıklarına göre belirlendiğini, insanların çok fazla kaza olduğu bir bölgede yaşıyorlarsa, yüksek bir sigorta ücreti ödeyeceklerini tespit ettik. İnsanlar başlangıçta bunun içten içe ahlaksız olduğunu düşündüler, çünkü, sigorta oranlarının sadece sürücü davranışları tarafından belirlenmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Ama bu, insanları “yanlış” olarak tanımlaması için eğitebildiğiniz bir sezgidir. İnsanlar için ödeme yapmak için uygun olan sigorta oranının, bir kazada bulunma ihtimalleri ile orantılı olduğunu, onlar neden olmasalar bile, o bölgede yaşadıkları alanın, kendilerinin yaşayacakları olasılıkları etkilediğini fark ettiler.. Ancak tüm sezgiler bu şekilde biçimlendirilemez.
BW: Sezgilerimizin yansımaya duyarlı olmadığını düşündüğünüz bir dava örneği verebilir misiniz?
DK: Ahlaki-etik felsefecilerin en sevdiği ikilem olan “tren vakaları” diye adlandırılan durumuna bir bakalım. (Tren, tren yolu üzerinde çalışan 5 kişiye doğru hızla ilerliyor. Sen de görüyorsun. Elinin altında bir kol var, o kolu çekersen tren başka bir raya geçecek orada da bir kişi var. Ya 5 kişi ölecek ya da bir kişi. Ne yaparsın?…)
Çoğu insan, trenin rotasının değişmesine “sezgisel” olarak izin verilebileceğine inanır ve bazıları da zorunlu olduğuna inanır. Bu durumu bir de “köprü olayı” ile karşılaştıralım. Yine aynı tren aynı güzergahta ilerliyor ve ezip öldürme ihtimali olduğu 5 işçi de raylar üzerinde çalışıyor.Tren bir köprü altından geçecek.. Ve iki kişi köprüde duruyor. Biri oldukça iri. O iri adamı itip trenin altına atıp, treni durdurma ihtimalin var. Böylelikle bir kişiyi feda edip, 5 kişiyi kurtaracaksın. Yapar mısın?..
Pek çok kişi “içgüdüsel” bir şekilde bunun müsaade edilemez bir durum olduğunu söyler. Birer kişinin öleceği ve 5 kişinin kurtulacağı bu her iki yargı kararına yönelik bir açıklamaya ihtiyaç vardır.
Köprüdeki iri adamın durumu, insanların sezgisel yargılarının, masum bir kişiye karşı doğrudan fiziksel şiddete başvurmanın kabul edilemez olduğu kuralının uyguladığının açık bir örneğidir. Şimdi, düşünüldüğünde, bu zayıf bir kural gibi görünüyor – ahlaki açıdan uygun bir faktör seçmiyor gibi görünüyor. Ancak bireysel vakalara uygulandığında, her seferinde bu tavır güçlü bir karar olacaktır. Sen (ya da en azından ben) treni rotasından saptırmayan bir bireyi suçlayabiliriz, ama iri adamı trenin önüne atmadığı için birisini suçlayanı hayal edemiyorum.
BW: Ahlâki düşüncenin benzersiz bir şekilde uyumlu ve tutarlı bir sistemi olmadığını ve bu genel ilkelerle tutarsız olan güçlü sezgilerimizi geçersiz kılan bizim genel prensiplerimizin yetersiz olduğunu görecek kadar aklıbaşında ve mantıklıysak eğer buna yeterince güvenmeyeceğimizi mi söylüyorsunuz? 5 kişiyi kurtarmak için köprüdeki iri adama itmenin, ya da diğer rayda duran bir kişiyi öldürmenin her zaman daha iyi olacağına dair sezgisel kararlarımızı gözden geçirmeye bu yüzden mi hazır hissetmiyoruz?
DK: Açıkçası, benim bulunduğum pozisyonun içten içe tutarlı olmadığının farkındayım. Fakat tutarlılığı elde etmemeye çalışmak için bir nedenim var: Uyumun imkansız olduğuna inanıyorum. Bazı ahlaki dinamikler, mantıklı bir kural biçiminde olan sezgileri uyandırır. (5 kişiyi kurtarmak için treni diğer raya geçirerek 1 kişiyi feda etme) Diğer durumlar, mantıklı bir kural biçiminde olmayan, ancak mantıklı kurallarla ya da diğer sezgilerle çatıştığında kolayca terkedilen sezgilere yol açar.
Bununla birlikte, üçüncü türden olgular, mantıklı bir kural önermeyen ve yine de çelişen kurallara ya da sezgilere yol açmayan güçlü önsezilere yol açar. İri adam senaryosu en iyi örnek. Mantıklı bir kuralın, iri adam trenin önüne itilmemeli sezgisi yarattığına, ya da bunun haklı çıkarılması için yaratılacağına inanmıyorum; yine de, iri adamı itmeyi içten bir şekilde aykırı ve iğrenç buluyorum. Bu üçüncü sınıf vakalardan dolayı, temel sezgilerimizin çözülemeyecek çelişkiler içermesi muhtemeldir.
Tutarlılık arayışının takdire şayan ve özenle takip edilmesi gerektiğine ancak, bunun kaçınılmaz olarak başarısız olacağını da hatırlatmanın önemli olduğuna inanıyorum.

19 Haziran 2018 Salı

Büyük Düşünün ve Hayal Kurmayı İhmal Etmeyin

“Siz var olan şeyleri görür ve şöyle dersiniz: Neden? Ama ben olmayan şeyleri hayal ederim ve derim ki:
Neden olmasın?”
Bernard Shaw
“Kurbağa gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanır.”
Çin atasözü
“Hayallerinizi kovmayın; çünkü onlar gittiler mi siz kalırsınız belki, fakat artık yaşamıyorsunuz demektir.”
Mark Twain
“İnanç görmediğimize inanmaktır. Bunun mükâfatı da inandığımızı görmektir.”
St. Augustinus
“Önce rüyayı görmeden hiçbir şey olmaz.”
Carl Sandburg
“Hayal kurabilirsiniz, bu hayali gerçekleştirebilirsiniz. Her şeyin bir fareyle başladığını asla unutmayın.”
Walt Disney
“İnsanın hayatı, insanın hayalidir.”
Andre Gide
“Sizi kontrol eden arzu kadar küçük, en büyük özleminiz kadar büyük olacaksınız.”
James Allen
“Başkalarının güç bulduğu şeyi yapmak yetenek, yetenekli insanların olanaksız gördüğü şeyi yapmak dehadır.”
Amiel
“Neysek ve neredeysek oyuzdur, çünkü ilk önce onu hayal etmişizdir.”
Donald Curtis
“Mantıklılığın sınırları deneyimlerimiz tarafından çizilmiştir. Bu sınırlar içinde kaldıkça değişim yapmanız mümkün olmaz. Aykırı düşünün. Fikirlerinizi kışkırtın. Kışkırtıp orijinal şeyler yaratın. Orijinal fikirler siz onları kışkırtmadıkça ortaya çıkmaz.”
Edward de Bono
“Akıllı adam, bulduğundan daha fazla fırsat yaratan adamdır.”
Francis Bacon
“Yaşamımız yaşadıklarımızla değil, beklentilerimizle şekillenir.”
Bernard Shaw
“Bilimdeki her büyük ilerleyiş, hayal gücünün yeni bir atağından ileri gelir.”
John Dewey
“Yaratıcılık, insanın içindeki fazla enerjiyi kullanabilmesidir.”
Arthur Kessler
“Küçük işlerle uğraşanlar çoğu zaman büyük işleri göremeyecek hale gelirler.”
Benjamin Franklin
“Kimsenin sizden beklemediği kadar yüksek bir standarttan sorumlu olmayı seçin.”
Henry Ward Beecher
“Yaratmanın başlangıcıdır düş gücü… Dilediğinizi düşler, düşlediğinizi amaçlar, amaçladığınızı yaratırsınız sonunda.”
Bernard Shaw
“Hayalin sınırı nerede başlayıp nerede biter, henüz bulamadım. Bir çocuk, bebeğine küçük, oyuncak bir tepside mama getirdiği zaman, gerçekten o an için bebeğin canlı olduğuna inanır mı? Sallanan bir at gerçekten bir at mıdır? Bir erkek çocuk ‘Eller yukarı!’ diye bağırıp sonra da ateş ettiğinde silahının gerçek bir silah olduğunu mu sanıyor? Ya da öyle mi hissediyor? Bana öyle geliyor ki, çocuklar oyuncaklarının gerçek olduğunu düşlüyor, ancak duygusuz bir büyük işe karışıp da onlara fantezilerini anımsatınca apar topar yere ayak basıyorlar. Hiçbir sevecen anne baba çocuğun hayal dünyasını bozmamalıdır.”
A. S. Neil
“Her insan kendi görüş sahasının sınırlarını dünyanın sınırları olarak kabul eder.”
Arthur Schopenhauer
“Geçim sıkıntısı içindeki zenci Richard, 1979 yılında televizyonda bir tenis maçı izliyordu. Maç sonunda televizyon, kazanana verilen çeki gösterdi. 48 bin dolar.
Richard’ın yıllık geliri 52 bin dolardı.
Karısına seslendi: “İki kız çocuğu daha yapalım ve onları tenisçi yetiştirip köşeyi dönelim.”
Richard’ın üç kızı vardı zaten… Yaşı 37’ydi ve iki kız yapacak vakti fazlasıyla vardı. Birer yıl arayla iki kız daha doğurdu karısı Richard’a…
Birine Venüs adını verdi, Richard Williams… Ötekine Serena.
Ve 20 yıl sonra, 1999 yılında bir gün, Richard Williams kızı Serana’nın ‘ABD açık turnuvası’ (US open) galibi olarak 750 bin dolarlık çeki alışını bu defa televizyondan değil, tribünden seyretti.
Biri 19, öteki 18 yaşında iki kız kardeşin çok kısa olan profesyonel kariyerlerinde kazandıkları para böylece
5 milyon 50 bin dolara yükseldi.”
Sabah Gazetesi
“Hiç düş kırıklığına uğramayanlar, hiç umut beslememiş olanlardır.”
Bernard Shaw
“Hayal gücü şiddetli bir şekilde rahatsız edilirse uzaktaki bir nesneyi vurabilecek oklar fırlatır.”
Montaigne
“Düş gücü gerçeklikten kaçmak için değil, onu oluşturmak için kullanılmalıdır.”
Colin Wilson
“Peşlerinden gidecek cesaretiniz varsa, bütün rüyalar gerçek olabilir.”
Walt Disney
“İnsanoğlunun yapacakları hayal ettikleri ile sınırlıdır.”
Arthur C. Clarke
“Düş gücü bizi bildiğimizden daha bilge, duyduğumuzdan daha iyi, olduğumuzdan daha soylu kılar; yaşamı bir bütün olarak görmemizi sağlar.”
Oscar Wilde
Aşağıdaki kişiler, bugün yaşasalardı ne derlerdi acaba?
“Radyonun geleceği yok.”
Lord Kevin İskoçyalı Fizik âlimi
“Artık yeni hiçbir şey yok. İcat edilebilecek her şey icat edildi.”
Charles H. Duell Amerikan Patent Dairesi Başkanı, 1899
“Denizaltıların savaşta ne işe yarayabileceğini anlayamadım. En fazla, mürettebatın boğularak ölmesine sebep olabilir.”
H. G. Wells
“Atlar her zaman kullanılacaktır. Otomobil ise ancak geçici bir moda olabilir.”
Henry Ford’un kredi talebi üzerine otomotiv sektörünün geleceği konusunda ekspertiz veren bir banka müdürü, 1903
“Uçaklar hoş oyuncaklar, ama askeri bir değerleri yok.”
Mareşal Ferdinand Foch I.
Dünya Savaşı’nda Fransız Orduları Başkomutanı, 1911
“Artistlerin konuşmalarını kim duymak ister ki?”
Harry M. Warner Film endüstrisi yöneticisi. Belirttiği görüş o sıralarda yeni icat edilen sesli film üzerine,
“Televizyon en geç altı ay içinde piyasadan silinecektir. İnsanlar her akşam böyle bir kutuya bakmak istemezler.”
Daryik F. Zanuck Twenty Century Fox’un başkanı, 1944
“Bilgisayarlar gelecekte belki sadece 1,5 ton ağırlığında olacaklar.”
Popular Mechanics Dergisi 1949
“Sound’larını beğenmedim, ayrıca gitar gruplarının modası geçti.”
Decca Record Plak Firması’nın bir yöneticisi. Söz ettiği grup Beatles, 1962
“İnsanların evlerinde bilgisayar bulundurmaları için herhangi bir neden göremiyorum.”
Kenneth Olsen Digital Equipment Corp.’un (bir bilgisayar firması) başkanı, 1977

12 Haziran 2018 Salı

Verimli ve güzel bir yaz tatili için 13 öneri

  • Tatiller, ailece en güzel anların yaşandığı ve geriye güzel anıların biriktirildiği en güzel zamanlar. Özellikle de aile içi iletişimin artırmasıyla daha da önemli hale geliyor. Gündelik yaşamın koşuşturması ve zaman kısıtlılıkları içinde ebeveynlerin büyük çoğunluğunun, çocuklarıyla sadece günün getirdiği rutin konularda kısa sohbetler ettiği görülüyor. Öte yandan, bu sohbetler ne yazık ki çocuk için yeterli bir iletişim alanı sunmuyor. Bu noktada, tatil dönemi, çocuklarımızı anlamak, dinlemek ve aramızdaki iletişimi güçlendirmek için önemli bir imkan sağlıyor.

    Uzman Klinik Psikolog Deniz Keskin, verimli bir tatilin, çocuğun zihinsel ve duygusal gelişimindeki rolünü vurgularken; akademik ve sosyal gelişimine de katkı sağladığına işaret ediyor. Çocuk ve gencin ihtiyaçlarının birbirinden farklı olabileceğini söyleyen Uzman Klinik Psikolog Deniz Keskin, tatili daha verimli değerlendirebilmek için önerilerini şöyle sıralıyor:

  • Okul öncesi dönem (3-6 yaş) 

    Tatil planını resimlerle anlatın: Yaz tatilinin başlaması hem bir vedadır, hem de ileriye dönük merakı, hayalleri ve kaygıyı beraberinde getirir. Kreşe/anaokuluna giden çocuklar için okulun son gününde neler yaptığını, nasıl hissettiğini sorarak başlayabilirsiniz. Ardından, hazırda somut ve belirli bir tatil planı varsa, bunu resimlerle, gideceğiniz yeri, ne süre orada olacağınızı anlatın. 3-6 yaş arası dönemde beyin gelişiminin, yetişkinlerdeki gibi olmadığını, uzun vadeli planlar yapma, uzun süre bekleme kapasitesinin henüz gelişmekte olduğunu unutmayın. Ayları bir tablo gibi görselleştirip, bölümlere ayırarak anlatabilirsiniz. Okula gitmese de bir çocuk “yaz tatili”ni beklediği için her çocukla, planların önceden konuşmaya özen gösterin.

  • İlişkinizi güçlendirmek için oyun oynayın: Oyun oynamak özellikle 3-6 yaş grubu çocukların en büyük ihtiyacını oluşturuyor. Oyunu, bir zaman geçirme aracı olarak değil, çocuğunuzu daha derinden keşfetmek, onunla ilişkinizi güçlendirmek için bir fırsat olarak kullanın. Onun iç dünyasını zenginleştirici serbest oyunlar ve eğitici kurallı oyunlar oynamanın aynı zamanda okula gitmeyen çocuklarının da ileriki okul dönemlerinde kendini daha iyi ifade etmelerini destekleyeceğini unutmayın.

  • Yaratıcılığını geliştirin: Yavaş yavaş sembolik oyunların oluştuğu bu dönemde, yazın çocuğunuzla yaratıcılığını geliştirecek mesleki canlandırma (doktorculuk, tamircilik, öğretmencilik vb.) oyunları oynayabilirsiniz. Bunun için kostümler, tamir oyuncakları, doktor oyuncaklarından faydalanabilirsiniz. Grup bilincini geliştirmek için iş birliği odaklı oyunlara yer verin. Birlikte lego veya ahşap bloklarla bir ev yapabilir; büyük kağıt üzerine ailece birlikte bir “yaz” resmi çizebilirsiniz. Bu sayede bir yandan da çocuğunuzun el-göz koordinasyonunu güçlendirmiş ve ince motor becerilerinin gelişmesini desteklemiş olursunuz.

  • Açık havaya çıkın: Çocuğunuzun kaba motor becerilerini geliştirmek için de yaz en büyük fırsat. Bisiklet, paten, ikili top oyunları, kurallı yakalama oyunları çocuğunuzun bedenini güçlendirirken, dış dünyada kendisine fiziksel bir alan açmasına yardımcı edecektir.

  • Okul Dönemi-1 (7-11 yaş)
     Yaz tatilini sabırsızlıkla bekleyen okul çağı çocuğunuzla, ebeveynler için de bir nevi dev bir ders arası/teneffüs olan bu zamanın verimli geçmesi için:
    Oyuna devam edin: 7-11 yaş arası çocuklar da, okul öncesi gibi oyunla kendilerini ifade etmeye ihtiyaç duyuyor. Yaşıyla birlikte zenginleşen oyunlarında çocuğunuza eşlik edin, oyunu da bir rutin haline getirin.

  • Birlikte kitap alın, okuyun: Okumaya yeni başlayan çocuğunuzla, yazın kitap okumaya, yeni dergiler keşfetmeye zaman ayırın. Yazın başında, birlikte bir kitapçıya gidin ve onu yaşına uygun kitapların olduğu bölüme yönlendirip istediği kitapları seçmesine izin verin.

  • Tatil planına çocuğunuzu da dahil edin: Birlikte çıktığınız yolculuklarda, gittiğiniz yerlerde sadece çocuğunuz için olacak etkinliklere ve mekanlara odaklanmayın. Yolculuk bir bütündür. Gideceğiniz yere önceden birlikte resimlerle, gezi rehberleriyle birlikte bakın. Bu yer ile ilgili birlikte videolar, varsa belgeseller izleyin.

  • Ödevleri için program yapın: Akademik takvime bağlı bir ders çalışma değil; çocuğunuzun zihinsel becerilerini, yaratıcılığı ve düşünme kapasitesini geliştirici aktivitelere ağırlık verin. Çocuğunuzun, yaz dönemi için ödevleri olabilir. Tatilin son gününe bırakılan ödevlerin bütün yaza gölge düşüren bir mesele olmaması ve ailede son dakika krizleri yaratmaması için erkenden planlama yapın, yol gösterici olun. Birlikte bir program ve anlaşma yapın.

  • Haftanın belirli günlerini “aile oyun saati” yapın: Bu yaş gurubunda, özellikle okul çağının ilk yıllarında, güvenli ev ortamında rekabet duygusunu tanıma, öfkeyi nasıl yaşadığını anlama, zor duygularla baş etme becerilerini geliştirmek için de yaz önemli bir fırsat oluşturuyor. Çocuğunuzun yaşına uygun kurallı kutu oyunları edinmek ve ikili veya grup olarak bu oyunları aile rutinine eklemek faydalı olacaktır. Haftanın belirli günlerinde “aile oyun saati” belirleyebilirsiniz.

  • Okul Dönemi-2 (12 yaş ve sonrası - Ergenlik dönemi) 
    Tüm aile için kafa karıştırıcı bir dönem olan ergenlik, büyümekte ve kendini aramakta, bulmakta, bazen yeniden kaybedip aramakta olan çocuğunuz için;
    Çocuğunuza tatilde neler yapmak istediğini sorun: Kimlerle olmak ister? Nerede olmak ister? Nereye gitmek ister? Yazla ilgili hayalleri neler? Bu sohbetler, çocuğunuzun zihnine evde bir alan açmak için önemlidir. Ailecek vakit geçirmek bazen kaçınılan bir hal olsa da, ergenlik dönemi genç çocuğunuzun gelişimi için oldukça değerli ve kapsayıcı bir dönemi oluşturuyor. Yeni bir şehri birlikte keşfetmek, genç kızınızın/oğlunuzun o yere dair merak alanlarını da duyarak bir program yapmak dengeleyici olur.

  • Birey olarak zaman geçirmesine imkan tanıyın: Yaz tatilini, hem birlikte zaman hem de kendi ilgi alanlarında kendini keşfedebileceği bir dönem olarak planlayın. Yaz kampları, dil okulları, ilgilendiği spor veya sanat alanında bir kursa başlamak ve akranlarıyla sizin de güvendiğiniz bir ortamda birey olarak zaman geçirmesine imkan tanıyın.

  • Ders çalışması için önce rahatlamasını sağlayın: Ergenlik döneminde okul yaşamı pek çok kritik sınavı içerir. Ve çalışmak için önce rahatlamak gerekir. Klinik araştırmalar, kaygı seviyesi yüksek ve ebeveynlerinden baskıcı bir yaklaşım gören çocukların, odaklanma becerilerinin ve öğrenme kapasitelerinin olumsuz yönde etkilendiğini gösteriyor. Örneğin liseye giriş sınavına hazırlanan bir çocuğunuz varsa, tüm yazı ona ‘ders çalış’ diyerek geçirmeyin. Okul döneminde, öğretmenler, ders saatleri, özel öğretmenler, kurslarla çalışmaya alışmış çocuğunuz için bir anda tüm gün evde ve serbest zamana geçmek zorlayıcıdır. Kendisine bir çalışma programı hazırlaması için teşvik edici olun.

  • Mini stajlar planlayın: Özellikle lise çağındaki çocuklarınız için, ilgi alanlarına göre, gelecekte yapmayı düşündüğü, merak ettiği meslek alanlarında yaşına uygun süre ve kapsamda stajlar planlayabilirsiniz.

Hikayenizi Değiştirin

“Eğer insanlar gerçekten kim olduklarına bağlı olsalardı, o zaman hiçbir şeye ihtiyaçları olmazdı. Övünmeye ihtiyaçları olmazdı. Böyle bir...